“Serenad” / inceleme

Adnan FARUK (Kıbrıs, 2023)

Kitap: Serenad / Yazar: Zülfü Livaneli

Her roman bir dünyadır. Bu dünya, bazen şehrin ve iş aleminin boğucu karmaşasından, bazen sahte ve yüzeysel ilişkilerden, bazen de kalabalık içindeki yalnızlığımızdan kaçabilmek için bir sığınak olur. Bu mecraları keşfetmek, gerçeklikten tamamen kendini soyutlayıp yalnızca o dünyada yaşamak gibi sağlıksız bir bağımlılık evresine gelmediği müddetçe, ruh dinginliğimize şifa olabilecek ve her birimizin kolayca erişme imkanının bulunduğu değerli bir alışkanlıktır.


İnsanın kendisinden veya hayatından bir parça bulabildiği, kaçtığı birtakım şeylerle hiç kimsenin zoru ve baskısı olmadan yüzleşebildiği romanların yeri ise bir başkadır. Burada incelemesini yapacağım “Serenad” kitabıysa, bu hususta yalnızca bir dünya değil, tabiri caizse bir evren. Tabii, bu ifadeyle kitapta fantastik bir evrenin olduğunu kast etmiyorum. Ancak kitabı okuduğunuzda gönlünüzde kocaman bir evrene sahip oluyor. Gerek hikayesindeki kalitesi gerek anlatışı ve insanda oluşturduğu farkındalık hissi sayesinde, Talât Halman’ın da ifadesiyle gerçekten “okurlarını büyüleyen” bir kitap. Düşünülen detayları, kurulan örüntüsü ve derinliği ile müthiş bir roman.


Bazı romanlar vardır; konusu itibariyle mükemmeldir ama seviyesizliği ile kendini mahveder. “Serenad” ise son derece anlamlı, kültürlü, kaliteli ve seviyeli bir eser. Bilinç düzeylerimize kattığı farkındalık öyle kıymetli ki, başından sonuna kadar kalemimi hiç bırakamadım. Ya bir cümleyi, bir paragrafı işaretledim ya da kitaptan çıkardığım dersleri sayfanın kenarlarına not aldım. Ve bu yazıda da bende oluşturduğu ruhî hazzı anlatıp eseri incelemekten büyük keyif alacağım.


Kitapta bütün hikayeyi, ana karakterimiz olan Maya Duran’dan dinliyoruz. Maya, ergenlik çağındaki oğluyla birlikte yaşayan ve hayat mücadelesini tek başına veren güçlü bir kadın. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nde çalışıyor. Hayatın sıradanlaşmış rutininde silinip giderken görevi gereği, üniversitede konferans verecek olan Alman asıllı Amerikalı bir profesöre eşlik etmekle hayatı bu rutinden çıkıp bambaşka bir hal alıyor.


Temeli, Prof. Dr. Maximilian Wagner’in aşk hikayesine dayanan, ancak bu aşkın gölgesinde tarih boyunca zulme uğramış insanların hayatlarına bir pencere açan ve bu pencereyle zulüm ve merhamet, vahşet ve vicdan, ahlaksızlık ve edep gibi zıt kavramları hücrelerimizde hissettiğimiz bir roman okuyoruz. Maya’nın Prof. Dr. Wagner ile tanıştıktan sonra hem onun hem de kendisinin geçmişine yönelip tarihi gerçeklerle yüzleşmesiyle, bu tema daha da perçinleniyor. Aynı zamanda gündelik yaşamın zorluklarına ve alışılmışlıklarına temas ederek geçmişle şimdi arasında uyumlu bir köprü kuruluyor.


Yazarın bir erkek olarak, kadın hissiyatını ve toplumda tek başına kadınca mücadele etmenin -özellikle de bizim toplumumuzda- zorluğunu kaleme aldığı romanında; Maya’nın ailesinde, ilişkilerinde ve işinde yaşadığı sorunlar üzerinden bir kadının sosyal mecburiyetlerin arasında kendi olarak varolabilmesine, güçlü kalabilmesine şahit oluyoruz. Bu vesileyle de, bahsi geçen konularda toplumumuzun eksikliğine yapılan haklı ve yerinde bir siteme tanıklık ediyoruz.


Serenad, derin olmakla birlikte okuma temponuzu asla yavaşlatmıyor. Livaneli, kitabını anlaşılır, açık ve sade bir üslupla yazmış. Dilindeki sadelik, sanki basit yazıyormuş gibi bir izlenime kapılmanıza neden olabilir. Ancak işin aslı böyle değil. Basit gibi görünüp derinliğiyle sizi bir girdap misali içine çekiyor. Tıpkı Yunus Emre’de olduğu gibi. Bu yorum, eserin edebî ve estetik zevkten yoksun olduğu anlamına da gelmemeli. Yazar dilindeki sadeliğe karşın; kurguyu kademe kademe inşa etmesi, karakterlerin zihnine girerek onlarla aramızda koparılamayacak bağlar kurması -ki benim için Max ve Maya, asla unutmayacağım karakterler listesinde yerini aldı- ve olaylar zincirinin içinde yapmış olduğu ferdî-içtimai durum tespitleri ve betimlemeleriyle bir romandan almak istediğiniz edebî zevkleri tattırmayı başarıyor.


Karakterleri tanıdıktan sonraki gelişim ve değişimleri, göze batmadan, gayet makul bir şekilde gerçekleşiyor. Özelikle ana hikayenin diğer hikayelerle harmanlanarak girift hale gelmesi, ana karakterimizin o hikayelerdeki ana karakterlerle bağ kurarak derinleşmesini sağlıyor. Yazar, yan karakterleri bile anlatırken onların kişisel özelliklerine bir kelimeyle gönderme yaparak detayları zihnimizde canlı tutmayı başarıyor. Yani genel anlamda, karakterlerin kişiliği ile eylemleri arasındaki uyumu yakalamış olması, dikkati celp eden ve takdir edilecek bir husus.


Olaylar, düşünceler, psikoloji ve mekan tasviri arasındaki dengeyi çok iyi bir şekilde inşa etmiş. Tabii, “Böyle bir denge olduğunu anlamak için nasıl bir ölçü kullandın, referans noktan neydi?” diye soracak olsanız, bunu cevaplayamam. Kellik paradoksu gibi sanırım, bir noktadan sonra bunu hissediyorum sadece. Çünkü bu konuda nasıl bir ölçü kullanmamız gerektiği yahut bu işin bir standardı olup olmadığı hususunda içsel sorgulamaları hala yaşayan bir yazarım. Belki Zülfü Livaneli ile bir araya gelirsem, ona bu işi nasıl kotardığını sorabilirim. Zira bu, biz genç yazarlar için önem arz eden bir gelişim noktası.


Yazarın gözlemcilik becerisine de temas etmek gerek. Livaneli, müthiş derecede insanî ve toplumsal gözlem ve tespit yapabilen bir yazar. Toplum hayatındaki birçok noktaya değinerek aynı zamanda okurları belli bir bilinç düzeyine çekmeye, farkındalık ve uyanış hali oluşturmaya çalışıyor. Kendisi, en çok da bu yönüyle tebrik edilmeli. Çünkü ahlâkî çöküntünün sanat aracılığıyla hızlandığı günümüzde -malum dizi, film ve kitaplarla- sanatı böylesine işlevsel ve olumlu yönde kullanmanın, bir sanatçı için “sine qua non” yani olmazsa olmaz olduğunu düşünüyorum.


Yazarın değindiği güzel temaların başında; din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın insanın insan olmasından kaynaklanan yüceliği ve değeri geliyor. Özellikle Maximilian Wagner’in İstanbul Üniversitesi’nde verdiği konferansı, kitabın geneline de hakim olan bu konuyu özetler nitelikte. O konferansta Wagner, medeniyetler veya cehaletler çatışması şeklinde isimlendirilen olguyu kendi ifadesiyle “önyargılar çatışması” olarak dile getiriyor ve bütün halkların, bütün kültürlerin birbiri hakkında kalıplaşmış önyargılara sahip olduğunu vurguluyor. Bu temanın altında, genel olarak bağnaz önyargılara da bir sitem ve isyan var. Bunların arasında toplumumuzdaki cinsiyet eşitsizliği ve medeniyetsizliği de dikkat çekiyor. Kadını metalaştırmayı huy edinmiş ataerkil zihniyeti ve bu zihniyete sahip erkeklerin içindeki potansiyel ahlaksızlığı, gözlerinden aldıkları verileri yalnızca midesiyle uçkuru arasında işleyerek bir hayat sürme eğilimlerini gözler önüne seriyor. Bunu da bir erkek olarak yapıyor olması çok değerli. Çünkü bu sayede, bir sanatçı olarak topluma örnek olma ödevini yerine getirmiş oluyor. Tabii, çeşitli karakterlerle bu eksiği gösterirken aynı zamanda Max gibi ince ruhlu, saygılı, kibar ve kaliteli bir erkek profili çizmeyi de ihmal etmiyor.

İllüstrasyon: M. K. Perker (@mkperker)


Modern dünyada insanın; şehir hayatının yorucu, robotlaşmış, sıkıcı ve yıkıcı rutininde nasıl boğulabildiğini hiç sıkmadan anlatıyor. Livaneli, az önce de değindiğim gibi insan davranışlarına ve toplumsal yaşama dair gerçekten çok hoş ve yerinde tespitler yapmış ve bu tespitleri olayların arasına serpiştirerek aktarması, insana güzel bir tat veriyor. Adeta baharatlı bir kitap gibi. Okuyunca tadı damağınızda ve dimağınızda kalıyor.


Bütün bu güzelliklerle beraber, yazarın sadece birkaç yerde anlatımı düşürdüğünü ve kendisini hissettiren keskin geçişler yaptığını düşünüyorum. Bu durumdan sadece bir yazar olarak değil aynı zamanda bir okur olarak da memnun olduğum söylenemez. Öte yandan, bu konuyla ilgili “niçin” sorusunu objektif bir şekilde düşününce aklıma haklı bir sebep geliyor: Aslında hikayede ana karakterimiz, başından geçen olayları ve hatıraları bir arada tutmak maksadıyla kaleme alıyor. Sanki biz, Livaneli’yi değil de, Maya Duran’ın kalemini okuyoruz; yani kurgu bu şekilde inşa edilmiş. Bu gayet güzel. Fakat Maya, gerçekte bir yazar değil ve nadiren de olsa konuyu dağıtıyor. Ardından da yazar olmadığını hatırlatarak bu dağınıklıktan dolayı özür diliyor. Evet, bu husus karakterin mevcut durumu -hiç yazarlık deneyiminin olmaması- ile bağdaşır nitelikte. Ancak netice itibariyle okuduğumuz şey bir roman ve okur olarak, kurguyla uyumlu olsa bile bu durumu biraz kulak tırmalayıcı buluyorum. Ama bu bir seçim. Livaneli, bu seçimi yapmış ve bana da saygı duymak düşüyor. Ancak ben yazıyor olsaydım, böyle bir seçimi yapmazdım. Hoş, Serenad’ı ben yazsaydım bu başarıyı elde edebilir miydim, zaten bunu tartışmaya gerek dahi yok. Zülfü Livaneli, harika bir sanatçı. Yaşının, kaleminin ve fikriyatının kemaliyle biz genç yazarların önünde müthiş bir rol-model. Fakat yine de bunun, okur olarak eleştirme hakkımıza engel teşkil etmediğini düşünüyorum. Hakikaten de, sanatta çeşitliliğe ve zenginliğe bu şekilde ulaşabiliriz çünkü. (Tabii, eleştirilerin yapıcı olması kaydıyla)


Serenad, baştan sona harika bir kitap. Okurken karakterlerle bütünleşeceksiniz, tüyleriniz diken diken olacak. Hatta zaman zaman kanınız donacak. Ama her şeyiyle yüreğinizde yer edecek ruha sahip bir kitap olduğunu bütün içtenliğimle söyleyebilirim.


Bu vesileyle, kitaba dair genel bir profil çizmiş oldum. Artık bu noktadan sonra susup, sözü Zülfü Livaneli’ye, onun zımnında Maya Duran’a bırakmanın zamanı geldi. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum. Hayatınızdan kitabın, edebiyatın ve sanatın eksik olmaması temennisiyle…